19 Kasım 2008

haki yokluk'a

Üzerindeki deniz mavisi yağmurluğun içinden ince ve yeşil elbiseli bir kadın çıktı ortaya. Avcı mehmet sarısı çizmelere gereksizlik mavisi galoşları geçirip, steril beyaz odadaki kan siyahı deri koltuğa uzanırken, doktorun kaçık turuncu sakallarıyla çingene pembesi ojelerinin ne kadar da yakışacağını düşündü. İğnelerin ilki dilinin altına girer girmez bir karınca belirdi ağzının içinde, derken iki oldu karıncalar, sonra üç, çoğaldılar çoğaldılar; uyuşma yayıldı yayıldı, bütün ağzı örttü.
Artık hissetmiyorsa, bu dil kimindi, bu dudak kimindi? Ağzı doktora teslimdi.
Vızzz, vııııııı, zzzzz, vız!
Dişleri oydukça, geçmiş yemek artıklarının kokusu doktorun ağır parfümüne karıştı. Vızz! Ağzı bir karış açık, gözleri can göbeği perdede gezindi bir süre; canı yandı aniden. Zzzz! Doktorun koluna uzandı, tek solukta şu beş hece çıktı ağzından: ‘Tükürmek isti…’ Solundaki plastik beyaz bardaktan bir yudum su alıp boşalttı; doktorun uzattığı peçete ateş kırmızısı rujuyla lekelendi.
Uyuşukluk küçük dili aşıp bademcikleri de sarıyor işte o noktada sona eriyordu. Yutkunuyordu yutkunamıyordu, sanki boğazı şişmiş, artık bademciği de onun değildi.
Vızzz, vııııııı, zzzzz, vız!
Doktorun tren yeşili gözleri, bir bardağın tabanı kadar kalın camlı gözlüklerinin ardında çok uzaklardaydı. O trene binip gitmek istedi. Yukarıdan biri sifonu çekti, kapı çaldı birkaç kez, dişlere çarpan metaller, uzaklardan arada bir geçen arabalar, karnı guruldadı bir ara. Evdeki konuşan kurabiyelerden kaç saat yiyemeyeceğini düşünüyorken şu iki heceyi söyleyiverdi doktor: ‘Bitti.’
Zaman geçti geçti, karıncalar bir bir kayboldular. Acı sağ alt çenedeki en arka dişin sinirlerinden girdi, yukarı taşındı, etrafa yayıldı; kollarını üst çeneye kaldırdı, ayaklarını diş etlerine uzattı; sıkıntı sarısı bir gömlek giyip bir kuytu buldu kendine, orada oturdu kaldı.
Istanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder